UNUTMADIK… AMA NEYİ?

Toplumların varlık gerekçeleri, “kendini oluşturanların çıkarlarından” ibaret bir bağlamda tanımlanamaz. Bilhassa felaket anlarında bu argüman, kendi kendini doğrular. Zira genelin çıkarlarıyla çatışan felaket ve fenalıklar, toplumu var etme veya varlığını ispat etme konusunda oldukça başarılıdır. Bir hatıraya dönüştüğünde bile kara günler; toplumun diğer fertleri için ne hissettiğimiz konusunda bizi yönlendirir, bir kılavuz gibi doğru yolu gösterir.

Bir afet nedeniyle bir felaketle karşılaştığımızda yalnızca üzülmez, sıklıkla eş zamanlı olarak öfkeleniriz. Bir doğa olayının kendisine tepki göstermek mümkün olmadığına göre yitip gidenler için duyacağımız öfke ve sitemi hak eden, asli görevi bireyi korumak ve yaşatmak olan devlettir. Devlet soyut kavramlardan ibaret değil, bizzat kamu gücünü kullanma kuvvetine ve yetkisine sahip olan makam ve kurumlar elinde somutlaşan bir varlıktır. Dolayısıyla bir kamu gücünün kullanılmaması veya yanlış kullanılmasının sorumluluğu, bizzat o kamu gücünü kullanma yetkisini elinde bulunduranlara aittir.

Cumhuriyet tarihinin en korkunç facialarından birinin ikinci yıl dönümünde sosyal medyada birçok vatandaş, 6 Şubat’ı unutmadığını; acıların hâlen taze, birlikteliğin daim olduğunu gösterir türden paylaşımlar yapıyor. Kurum ve kuruluşlar, özel içerikler hazırlayarak vefat edenleri anıyorlar. Ne var ki neyin hatırlanmaya değer olduğu, neye öfkelenileceği, kim karşısında hangi duyguların yaşanacağı gibi hususlar oldukça muğlak görünüyor.

Söz gelimi vatandaşlar, depremin ardından bölgeye gönderilen kullanışsız kıyafetleri, mesela topuklu ayakkabıları veya giyilemeyecek derecede yıpranmış giysileri paylaşıyorlar. Hâlbuki binde bir karşılaşılan bu gibi olayları hatırlamak ve hatırlatmak, yurdun dört bir yanında on binlerce vatandaşın kar kıyamet içerisinde deprem bölgesine destek olabilmek için kendini paraladığı hatıraları zedelemekten ibaret bir etki etmektedir. Gerçek şu ki Türk ulusu, devletin açıkça sınıfta kaldığı bir ortamda kendini ispat etmiş ve sınavı geçmiştir.

Buna karşılık esas hatırlanması gereken, depremin üstünden iki yıl geçmesine rağmen çuvallamaya devam eden devlet organizasyonumuzdur. Devlet; ulusun dayanışma hâlini baltalamak pahasına yardımlaşma amacıyla kullanılan sosyal medya sitelerine bant daralması getirmiş, henüz enkazların altında diri olanlara selalar okutmuş, bilinçli olarak askerî personeli sahaya sürmemiş, vatandaşların hazırladığı yardım paketlerine siyasî parti logosu bastırmış, depremzedelere çadır satmaya varana kadar her türlü aşağılık işe göz yummuştur. Yetmez gibi bugün; acısını anmak isteyenlerin üzerine yürümekte, vatandaşların mülkiyet hakkına en ağır müdahaleleri kendine hak görmekte, koca bir şehri iki yılda toz ve molozdan ibaret bir şantiye alanından ibaret kalmasında bir sorun görmemektedir.

Binlerce vatandaşının enkazlarda donarak ölmesine göz yuman, hayatının anlamını yitirmiş olanların gözünün içine baka baka hakaret eden yapı ile üstünden iki yıl geçmesine rağmen on binlerce insanı konteynırlarda yaşatan, kendi görevlileri arz-ı endam edene kadar toz topraktan ibaret bir ana caddeye mecbur bırakan yapı, aynı yapıdır ve adına devlet denmektedir.

Türkiye’de o kadar alçakça işler olur ki bir önceki alçakça iş çabucak unutulur. “Bu daima böyledir. Hadiseler kendiliğinden unutulmaz. Onları unutturan, tesirlerini hafifleten, varsa kabahatlilerini affettiren daima öbür hadiselerdir”. Öyle unuturuz ki sert bir rüzgarın uğultusundan ürken adamlar, bize acımızı nasıl yaşamamız gerektiğini süslü kürsülerde anlatır.

Türk ulusunun panzehri; asla unutmamak, fil hafızasına sahip olmak, aklına mıh gibi kazımak olacaktır.